17 Kasım 2015 Salı

Bir kadını heyecanlandırmanın yolları!

Geçen gün erkek arkadaşım,
"Eee heyecanlı bir şeyler yaptın mı bakalım? diye bir soru sordu
"Odun aldım..."

(2 saniyelik ilişki sorgulama sürecinden sonra)

"Ahu, insanlar normalde odun alınca heyecanlanmazlar!"
"Ahmet sence köy adında bilinmeyen bir organizma sinsice bünyeme sızıp beni gebe bırakmış olabilir mi? Sanırım dönüşüyorum..."
.....

Acaba Bodrum'da ilk kışımı geçirdiğim geçen sene, ısınma ile ilgili hiç bir önlem almadan çat diye giriş yapıp, klimaya kaldığım, sonra odun almak istediğim zaman da
"Abla yağmur yedi bunlar. Almasan daha iyi" ile karşılaştığım ve kendimi en ıslak odunla döverek cezalandırmak istediğim için olmuş olabilir mi bu karmaşa?.

Bak Emerson ne demiş "Hiç bir büyük iş heyecansız başarılamaz"...

Eee benim için de bu odun alma işi oldukça büyük bir prodüksiyon olduğuna göre, aşırı coşkulu halimi korumadan bu işin üstesinden gelemezdim büyük ihtimalle.

Gümüşlük'te bulunan oduncudan 1 ton odunu alıp, evin dışındaki taş duvarın üzerine, naylonlayarak istifledikten ve bir kısmını da salondaki nişe dizdikten sonra gözümü başka heyecanlara diktiğimi söyleyebilirim hatta.





Mesela salon çatısının izolasyonu söz konusu olduğu zaman adrenalin bütün vücudumu ele geçiriyor ya da şöminenin bacasını onartmak dediğiniz zaman hafif bir histeri krizinin tüm semptomlarını gösterebiliyorum.

Heyecan tam olarak ne demektir diye benim gibi siz de merak ettiyseniz, psikoloji bu durumu;

"Kişinin olanakları aynı kaldığında, güdülenmesi artarsa heyecan meydana gelir. Altından kalkılamayacak olaylar karşısında da heyecan duyulur. Yani heyecan kişiliğin uyum sağlamadığı durumlara karşı gösterilen bir tepkidir" diye cevap veriyor.

Evet itiraf ediyorum burada bazı şeylerin altından kalkamıyorum ve yapılabilme ihtimali bile beni aşırı heyecanladırıyor...

.......

Tek başına yaşamak bir çok insan için hele ki bir kadınsanız baş etmesi zor bir durum olarak görülebilir. Aslına bakarsanız ben bugüne kadar bu işi hayli iyi bir seviyede götürdüğümü söylemek zorundayım.

Üniversite hayatıyla başlayan bu yalnız yaşama hali, üniversite sonrası aile evinde yaşayamamakla birlikte ilk temellerini atmış oldu benim hayatımda. İzmir'de tuttuğum ilk fakirhaneden sonra yavaş yavaş ve gelişerek 15 sene boyunca İstanbul'un çeşitli semtlerinde tutulan ve yaşanan evlerde en iyi versiyonuna ulaştı. Ama gel gör ki şehir hayatında, bir apartman dairesinde tek başına yaşamak, burada yaşamakla kıyaslandığında oyun parkında oynamaya benziyor.


Şimdi diyeceksiniz ki "Abartma gören de seni bir ormanda tek başına survive ediyorsun sanacak"

Diyebilirim ki bir tık uzağındayım...

Bakın şimdi şehirde tek başına yaşayan kadın olarak;
Sabah doğal gazın kucak kıvamında ısıttığı evinizde gerinerek kalkarsınız, hafif bir kahvaltı yapar ya da iş yerinde tost söylemek üzere bu basamağı atlayıp, giyinir ve taksi dolu sokaklara atarsınız kendinizi. Hafif bir bekleyişten sonra ya taksiye ya da arabanıza atlar işinize koyulursunuz. Tempoyu sizin ayarladığınız bir günün sonunda, ya bir arkadaşla buluşur ya da evinize dönersiniz. Akşam yemeğinde canınız o gün ne yemek istiyorsa, 'eve servis restoranların' broşürlerine göz gezdirir, en uygun olandan yaklaşık 30 dakika sonra evinizde olacak şekilde sipariş verirsiniz. Yemek işi bittikten sonra yatmadan önce biraz takılır ve bir sonraki güne hazır olursunuz. Evin dağınıklığı ya da temizliği o anda kafanızda bir sorun değildir çünkü Cuma günleri zaten Fatma abla geliyor ve evinizi temizleyip, ütünüzü yapıyordur. Bu kadar alışık olduğunuz bir düzenin içinde de 'Yeni biriyle tanışmak', 'Erkek arkadaşınızla program yapmak', 'tatil programı yapmak', 'İşinizde terfi almak', ya da ne bilim işte hep heyecanlandığınız 'O' şeylere heyecanlanarak normal bir insan olarak yaşama şansı cebinizde kalır.


Bende durum biraz daha farklı:

Sabah kalk, köpeğe yemek ve su verip biraz takıl. Bisiklete atlayıp (tek ulaşım aracım) yakındaki markete git ekmek ve sigara al. Kahvaltı hazırla ve ye. Bilgisayar başına geç, öğlene kadar çalış. Öğlen yemek olmadığı için mutfağa in ve dolapta ne varsa onlardan bir şey üreterek yemek yap. (sipariş vermek burada söz konusu değil). Çamaşır yıka, bir önce yıkadıklarını ütüle. Evi temizle. Ev silinince temizlenen bir zemine sahip olmadığı için beyaz olan mutfak, antre ve merdivenleri boya. Bahçe sula. Ev için alışverişe git, öğlenden hala yemek varsa onu ye ya da en iyisi bir salata yap gitsin. Biraz Tv seyret ve uyu  .... ( Haa burada dağınık ve pis olmak gibi bir seçenek daha var ama bende çalışmıyor)

Bu rutin yetmedi mi o zaman kış gelmeden önce dışarıya ait olan yastıkları naylonlayıp kaldır (Tabii önceden almış olduğun naylonlarla) . Şöminenin içindeki külleri temizle, yabani ot saldırısına uğrayan kullanılacak yerlerdeki otları çapala ve yol. Bahçe masasını temizle ve öndeki alanı süpür ve yıka. Kapının önü çok pislenmiş hadi oraya da bir iki fırça boya at. Bahçendeki dut ağacını budayıp evinin önüne atan Aydemin bıraktığı pisliği temizletmek için belediyeye ulaşmaya çalış, başarama. O dalları kesmenin bir yolunu düşün (hala bulama), Eski duşakabinin silikonları eridiği için hırdavatçıya git silikon ve aparatlarını al (yapmak için bir türlü elin gitmesin), kış geliyor üst kattaki pencereleri kapatıp, bütün çevresini bantla ki kışın kıçın donmasın, köpeğin tasmasını kopartıp dışarı çıkmış ve komşunun horozunu boğmuş. Köylü onu vurmadan veya zehirlemeden önce, hadi bir koşu hırdavatçıya git ve uzun bir zincir al onu bağlamak için.
Tam çiçeklerin budanma zamanı gelmiş, kaçırma ve gülü ve diğerlerini budamaya çalış. Haa bu arada Bodrum'da halletmen gereken işler için birazdan dolmuş gelecek, oyalanma yüzüne iki bir şey sür ve koşarak evden çık. Hay allah mutfak borusu patlamış, o gün içinde gelebilecek bir tesisatçı için konu komşuyu ara. Bulana kadar susuz kal. Ohh bu da halloldu ama bisikletimin lastikleri niye inik? Markete artık yürüyerek git. Bisikleti tamir ettirmek için en yakında gelecek arabalı ve seni çok seven birini bekle ( 4 ay beklendi ama değdi). Salondaki koltuğa kurum gelmiş. Sil daha da dağılınca koltuk yıkamacı ara. Yıkamacı gelip her tarafı sular içinde bıraksın, dün temizlediğin evi bir daha sil baştan temizle...






"Köyde yaşamayı seçince, hiç bilemiyorum yürüyüşe çıkmak mı, yoksa hiçbir şey yapmadan evde oturmak mı daha sıkıcıdır?" demiş Bernard Shaw 1893'te yazdığı 'Mrs Warren's Profession adlı oyununda...

Bırak o kadını, gel de benimle takıl Bernard, bak bakalım sıkılacak zaman bulabiliyor musun ya da yürüyüşe çıkmaktan bunalıma girebiliyor musun?

Diyeceğim o ki eğer Bodrum'da bir köy evine taşınmak istiyorsanız;

- Evli, arabalı, paralı ve sabırlı olmaya öncelik verebilir ya da benim gibi her şeye rağmen yaşadığınız yerin, doğanın, sabah kalktığınızdaki duygunuzun muhteşemliğine şükredip ota boka heyecanlanırsınız:)))



Sevgiliye Not: Beni nasıl heyecandan tirtir titretebileceğin yazının içinde gizli, kırıntıları takip et:)

Anneye Not: Sen olmasan bunların hiç birini yapamazdım. Net...

 












15 Ekim 2015 Perşembe

Burnunuzun Dibindeki Katil

Evet Televizyon izliyorum.
Ve Evet Türkiye'deki her 5 kişiden 4'ü gibi ben de sadece Belgesel izliyorum!

Yani bana da yurdumun geri kalan 50 milyon insanına da sorsanız, hepimiz karadelikleri, solucan deliklerini, dünyanın olası sonunu, katil beyazın meraktan ısırma huyunu, timsahtan ve aslandan kurtulan efsane bufalo yavrusunu, bir çitanın 2 saniye içinde 70kmye ulaştığını, katil hayvanların %95'inin Avustralyayı mesken tuttuğunu, Alaska'da nasıl hayatta kalacağımızı, yolculukları kabusa dönen zavallı insanları, Amerikan Koleksiyoncuları Mike ve Frank'in en son hangi çatı katından, hangi eşyayı ucuza indirdiklerini, ırmaklarda yaşayan canavar balıkları, Anthony Bourdain'in Mexico City mutfağında ve politikasında neler keşfettiğini ve Houston Hayvan Koruma Polisinin sallapati havyan sahiplerinin nasıl ensesine bindiğini bir çırpıda söyleyiveririz size...


Şimdi bu bilgilere bizim gibi siz de sahip olmak istiyorsanız adres olan kanallar belli :NatGeo, NatGeoWild, Discovery, History, Animal Planet, vs

Ama bütün bunların dışında bir tanesi var ki, işte o benim favorim. IDX ((İnvestigation Discovery Extra) ... Ölümcül Kadınları mı arıyorsunuz, Bataklıktaki Cinayet Dosyalarını mı merak ediyorsunuz, Burnunuzun Dibindeki Katil ne durumda bu arada?



(Eğer Başlangıç Seviyesindeyseniz, Angela'nın Mutfağı ya da Köpeklere Fısıldayan Cesar Millan ile başlayarak bünyenizi hazırlamanızda yarar var)
------------------

Ben bu kanala yaklaşık 2 sene önce sardım. Tahmini zamanlamam 'Gezi Olayları'yla aynı tarihlere denk geliyor. Gerginliğini atmak isteyen normal insanların, arka fona hafif bir müzik koyup, mumları yakıp, ılık süt içip uyuduklarını duymuştum!

Ben farklı bir yol izlerim: Eve gelip, elimdekileri koridordaki koltuğa bırakıp, bir kadeh şarap koyup, 186. kanala basıp IDX'e bağlanıp, huzurla uykuya dalarım...



Bundan 3 ay önce annem bana kalmaya geldi. Yemeğimizi yedikten sonra televizyon katına çıktık. TV'yi açtıktan sonra, her annem geldiğinde yaptığım ve asla haz almadığım çay demleme operasyonunu gerçekleştirdim. Çaylar önümüzde, kanal 186'da. Bir seri katilin kasabada nasıl terör estirdiğini izliyoruz.

Annemde hafif kıpırdanmalar, rahatsız hareketler derken, ilk soru benden geldi:

"Rahat değil misin? Sana yastık falan getireyim mi?"
"Yoo, rahatım" ( bu cümle rahatsızlığını nasıl söyleyeceğini bilmeyen insanın zaman kazanma cümlesidir)
"Eee niye o zaman huzursuzlandın?"

Annem, en anne bakışlarını gözlerine takınıp, sesini öğretmen tonuna aldıktan sonra:
"Ahu bir problemin mi var senin? Neden bu tip şeyleri seyrediyorsun?" diye soruyu patlatıverdi

Yaptığımın über doğal bir hareket olduğundan emin olduğum için,
"Yoo niye bir sorunum olsun, hoşuma gidiyor bunları seyretmek. Bir sürü şey öğreniyorum. Mesela biliyor musun eğer öldürmeden önce '....' ilacını şırınga edersen ölüm saatini bulamıyorlarmış..."

İyice ürperen annem,
"Bu tip şeyleri niye öğrenmek istesin bir insan? Korkutma beni, aaaaa..."

Geçmek bilmeyen 1-2 dakikadan sonra, konuyu faili meçhul bırakıp, annemin istediği gibi devlet meselelerini tartışamayan, tiz sesli adamların katıldığı bir programa bağlandık o gece...

-------

Ben üzerimdeki şüpheli gözleri görmezden gelerek, süje (bilgi arayışında olan bilmek isteyendüşünen arayan varlık) pozisyonumu korumaya devam ettim geceleri. Ama aklıma da takılmadı değil hani annemin sorusu.

"Lan acaba gerçekten bir sorunum mu var benim, niye bu kadar huzur veriyor bu belgeseller bana?"
"Sen sus üstben"
"Sen cevap ver bilinçaltı"

Cevap basit! Adalet arıyorum arkadaş ben...

Kendi çevremde bulamadığım o güzelim kelimenin hakkını verenlerle takılmak istiyorum. Ohaio şerifiyle ya da Wyoming polisiyle mesela...

Kasabada biri mi kayboldu, hoop toplanıyor bütün halk, düşüyor yollara. Polis önde bunlar arkada o kayıp insanı bulana kadar pes etmek yok. Ölü ya da diri, kaçıran manyak bulunup, paketlenip hapise.

- 79 yılında bir kız mı öldürülmüş, o zamanki teknoloji katili yakalamaya yetmemiş mi, 2003 yılında tekrar koyuyor masaya, rafa kalkan dosyayı. Patlatıyor DNA testini, buluyor adamı, çakıyor müebbeti.

- Kocasını sigorta parası için öldürmüş mü kadın, en hummalı takipler, savcılarla işbirlikleri derken, kadını iş üstünde yakalayıp, affetmiyorlar 'ama ben'lerini...

Eee bunlar benim garibime gidiyor tabii, bildiğin uzay gibi, UFO gibi bu adalet denen şey.

*Bak bize Seri katil bulamazsın. Hatta Seri Katilleri bile kızdıracak kadar ilkesiz öldürürüz biz: Bir seferde, topluca, bir meydanda mesela

* Nadir olmaz bizde 32 yerinden bıçaklanıp sokağa atılmış kadın. Bir de korkusuzca, sokakta ahalinin önünde yaparız ne yapacaksak, ulu orta... (Osmanlı torunuyuz lan biz, karı gibi gizli gizli mi öldürecektik)

* Faili Meçhul bizde daha çok kayıp bir Anadolu yemeğinin adı gibidir. Kimse tam olarak bilemez kimin meshul olduğunu içerikten.


"İşte tam da bu yüzden seyrediyorum ben bu belgeselleri (Ohhh be).
İnsanların kayıplarının üzerine kafa yoran yetkililer ve asla davayı kapatmayan bir adalet olduğunu bilmek bana huzur veriyor. İnsana verilen değerin, 3-5 hasta insan tarafından bozulmasına asla izin verilmeyeceği ve ne pahasına olursa olsun o acılı insanlara en azından KATİLİ bulduklarını haber veren polislerin suratındaki ifadeye bayılıyorum ben. Bu ülkede asla yaşayamayacağımızı anladığımız o sahiplenme hissi (ölsek bile) bana nefes aldırıyor.

Belli ki bu kanal yayına devam ettiği ve bu ülkedeki Adalet sistemi düzelmediği sürece ben her gece uyumadan önce Nevada Emniyet Güçleriyle devriye gezmeye devam edeceğim!...











8 Eylül 2015 Salı

Anne Biz Uygar Mıyız?

"Anne, biz uygar mıyız?"
........

İster 4 yaşında olayım, ister 40 bu sorunun cevabı hep dolambaçlı;

"Aslında öyleydik sanki ama son yıllarda ne bilim değiliz galiba ama yeni nesil var belki bir umut olur mu acaba..."
Velhasıl bir cümle bu kadar amalar, acabalar, belkiler barındırıyorsa bekleme yapma, devam et. Seneye yine sorarsın!

......
Annem bu baharda birikmiş bütün parasını Gümüşlük'te harika bir sitede ev alarak değerlendirdi.
Site; Gümüşlüğü tepeden gören, efsane gün batımına ortak olmuş, deniz manzaralı, ortak havuzlu, bakımlı, çoğunu yabancıların aldığı 3 farklı ev tipinden oluşuyor. Havuzlusu var, malikanesi var, bir de bizim gibi bütçesi kısıtlı olanlar için daire şeklinde olanlar var. Ama daire sizin bildiğiniz şehirli dairelerden değil tabii; Bahçeli...






Neyse biz bu evi yine Fethiye'ye taşınmak için satan dünya tatlısı İngiliz bir çiftten satın aldık. Ev pırıl pırıl, site cillop, komşular enternasyonel, yönetim ingilizce mail atabilen tipler... Sanırsın medeniyetin beşiğindeyiz.
Annemin tek sorunu ingilizce yapılan site kurul toplantıları (Onun da sil üstünü, kapı gibi kızı var yıllarca para verip okuttuğu)

Her şey ne kadar toz pembe değil mi?
Aynı Türkiye'nin Turizm Tanıtım videoları gibi (Sizi bilmem ama ben o videoları her sene seyredip, orada yaşamak istiyorum!!!) www.youtube.com/watch?v=FdsKn3v33o8

...

Bugün annem sinirle evime gelip elindeki 1 aylık su faturasını gösterdiğinde (aylık 450TL), boynumu hafif büküp, güneş gözlüklerimi çıkartıp Horatio Cane'e bağladım (CSI Miami dizisindeki rolüyle David Caruso)

"Atla arabaya Anne, Olay Yerine gidiyoruz"
"Ne diyorsun sen?"
"Olay yeri diyorum, site yönetimi, acil diyorum, bu ne diyorum..."

Uzatmayım, biz 10 kişiye bedel anne-kız arabamıza atlayıp, soluğu en hızlısından site yönetiminde aldık. Hemen yönetimdeki adam ve karısına sorularımız sormaya başladık.
Aaa aaa o da ne?
Bizim oylarımızla seçilmiş, maaşını ödediğimiz adam, koltuğunda kaykılmış bize kafa tutuyor!

"Beyfendi ayda 60 ton su harcamak mümkün mü? Sitede gizli hamam açsak, mailingi size yaptırmaz mıydık, bir kerelik bedava kese kuponu vermez miydik?
"Bir sorun var, nasıl çözeceğiz bu durumu?
"Burada böyle, su pahalı, harcamışsın demek, istemiyorsan git..."

Sanırsın adam Davos'ta...

Paralel Evrene suç atmadan hemen önce, şaşkınlık ve cinnet geçirerek çıktığımız yönetim ofisinden sonra soluğu hemen, her demokratik ortamda olduğu gibi sitedeki diğer insanlarla irtibata geçerek alıyoruz. Belki biz yanıldık. Bir anket lazım. İkinci hatta üçüncü görüş lazım.

Saat 18.00 - Sitenin eskileriyle masada, yönetimi tartışıyoruz!

Bana deseniz ki Türkiye'nin küçük bir maketini yapmanı istiyorum; içinde 45 ev olsun, Avrupalısı, Kürdü, Azerisi, Türkü...
Derim ki, "Yaa ne şanslı gününmüş, başka bir şey isteseydin keşke...Al işte burada yapılmışı var"

Masada ODTÜ'lüsü, Mimar Sinan'lısı, Şehir Planlamacısı, Heykeltraşı...
(%10'un %5'i orada neredeyse)

Biz yaşadıklarımızı anlatıyoruz: Adamın kabalığı, yönetimdeki boşluklar, su paraları, güvenlik sorunu... Değişmesi lazım diyoruz. Bir sorun var, çözülmeli diyoruz.

Cevap:
"Ahh biz neler çektik, hırsızı geldi, daha kabası geldi. Bunlar en azından ÇALIŞIYOR, görmezden gelin"

Ahh canım ülkem nohutla besleneni de aynı, somonla besleneni de...

"O ne demek beyefendi? O zaman siz diyorsunuz ki bize kötü davranıyorlar, bölüyorlar, demokrasi elden gidiyor ama en azından yol yaptılar!!!"

"Yani..."
"Yani kabul et, sus, otur diyorsunuz. Öyle mi?"
"ehhh, değil de, ne bilim, ne yapmak lazım...?"

Ne mi yapmak lazım? DUR demek lazım.
Hizmet etmek için seçilmiş, hizmeti karşılığında benim cebimden maaş alan insanların, demokratik, çalışkan, sorumluluk sahibi, çözüm üretebilen, kibar, konuşmasını, tartışmasını bilen ve işini yapan insanlar olması lazım. Yapmıyor mu?

GİTMESİ LAZIM ARKADAŞ!

(Bu yazıyı hiç bir büyük düşünüre bağlamayacağım çünkü onlar bu durum için söylenecek sözleri yüzyıllar önce söylemişler, şimdi onlara bağlanıp, kendimizi küçük duruma düşürmeyelim. Öyle değil mi ama?)














27 Ağustos 2015 Perşembe

Beyaz Adamın Ağustosu

Ağustos ayının ve Bodrum'daki yaşamının 1 senesinin sonuna gelmiş biri olarak konuşuyorum bugün!

Vay arkadaş hayat ne garip, ben bile Bodrumlu oldum sonunda...

Nasıl mı anladım?

İstanbul'da yaşadığım dönemlerde, Ağustos ayı geldiğinde annemle yaptığım konuşmaların üzerinden geçtim geçen gün.

"Anne nasıl oralar?
"Valla rezalet, yanıyor ortalık, kalabalıktan evden çıkmıyorum"
"Nasıl yaa? Denize gitsene..."
"Ayyy ne denizi. Evden çıkmıyorum, bir tek akşamüstü bahçeyi suluyorum"
"Yok artık sen de iyice şımarık oldun. 2 adım sonra deniz var ve girmiyor musun? Biz burada metrobüse binip, trafikte debelenelim, bir de akşam balkonsuz evimizde, karşı komşuyu seyrederek var olmaya çalışalım, sen orada cennette evden çıkma!!!"
"Ayy ben bilmem, ben Bodrum'un kışını seviyorum, bir an önce gelse de rahatlasak"

dıtdııtdııııttt ( telefonu annenin suratına kapatmak isteme efekti)

Bu diyalog yaklaşık olarak 7 sene boyunca kelimesi kelimesine aynı olup, her Ağustos ayında annemle düzenli yaptığım telefon görüşmelerinin zihinde kayıtlı halidir. Ben nöbetçi eczane tadında, İstanbul'u beklerken ve küçük pencereli Nişantaşı apartmanlarından birinin en üst katında sıcaktan ve programsızlıktan delirip "Ünzile acaba kaç koyun ediyor" diye hesaplamaya çalışırken yaşanmıştır.

(Aynı anda da annem, ortakentteki Dolunay adındaki müstakil evli, havuzlu ve eğlenceli sitesinde Ağustos ayından şikayet etmektedir.)

"Don't Judge Me Until You Wear My Shoes" diye bir anonim söz vardır yabancılarda. Anlamı "Benim ayakkabılarımı giymeden beni eleştirme" yani benim yaşadıklarımı yaşamadığın sürece ve aynı noktada olmadan sakın beni eleştirmeye kalkmadır.

Ne doğru lafmış!

Ben ne zamanki Bodrumlu oldum, kendimi dandik bir western filminde beyaz adamların istilasına uğramış topraklarını savunmaya çalışan kızılderili olarak buldum.

"Dur beyaz adam, hepimiz kardeşiz, doğa olmazsa hiçbirimiz olmayız"
"Nhhhahaaahh, sen ne bilirsin, çekil kenara, ben en pahalı balığı yiyip, pet şişe atacağım daha su boylarına"
"Yapma bak büyük ruh, ulu manitu,..."
"Ne ruhu ne manitusu, sen manitadan haber ver..."

Arkadaş meğerse bu Bodrum'da yaz kış yaşayaların bir bildikleri varmış. Kışın cennet olabilen o ender yerlerden biriymiş Bodrum; 1 haftalık tatilci kafasıyla anlamanın mümkün olmadığı, hele ki yaz insanıysan şiddetle karşı çıktığın bu olgunun anca buranın kışını yaşadığın zaman çatırdadığı yermiş.

Nasıl yaa? diyeceksniz

Öncelikle buraya yerleşen insan, geçmişinde ne kadar büyük şehir olursa olsun bir anda sahil kasabalısına dönüşüyormuş. Doğanın, ucuzluğun, konforun, basitliğin, yerelliğin tadını aldıktan sonra, eskiden gittiği beach clublar, pahalı restoranlar, barlar, oteller yerini akşamüstü bahçedeki ortancanın boyunu ölçmeye, makul mangallarla ev ortamında beslenip, insanlar çekildikten sonra suyla temas etmeye gidiyormuş.

Neden mi? Bütün mesele gelişen Tad Alma Duyusu!

Doğasına dönen insanın, kaliteli yaşama bir kere dilini sürdükten sonra whopper menü yemek istememesi gibi bir şey.

Ben de aynı sendromdan muzdarip biri olarak, geçtiğimiz ayı (şehirlilere şımarıklık olarak gelecek şekilde) , evimin üst katındaki klimalı odamda, bütün günümü geçirip, sadece akşam olduğunda bahçe sulamak için dışarı çıkıp, bütün tatilci arkadaşlarımdan gelen deniz ve bar tekliflerini uygun bir dille reddedip, neredeyse Bodrum'un düştüğü hale üzülerek geçirdim.

3 gün sonra gideceğini bildiği için denize poşet torba atan, bilmediği yollarda araba sollayıp, marc jacobs çantasıyla pazarda pazarlık yapıp, otoparklarda fiyatları artıran umarsız Beyaz Adam evine dönene kadar, biz Bodrumlular yükseklerde ateş yakıp, kışı bekliyor olacağız, bütün şehirlilere duyurulur!...














8 Ağustos 2015 Cumartesi

Büyük Göç

"Bilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder" demiş İbn-i Sina

Ahh keşke daha önce haberimiz olsaydı da göç edeydik sevgili ibn-i Sina.
Lakin bu aralar ülkede sanat ve bilim adına yapılan tek şey İstanbul'a Alaçatı'yı ya da Ankara'ya denizi götüren sitelerden ibaret.

Haa, yanlış anlama lütfen, benim diyen bilim adamı ya da sanatçı bunları yapamaz o ayrı.
Ama benim dediğim hani müzik, resim, heykel, çığır açan buluşlar, kansere tedavi, uzaya gitme çabası falan gibi klasik, bilinen işler...

Yani neredeyse bütün büyük düşünürlerin hem fikir olduğu o  'sanatlardaki başarıyla gelen uygarlık, yüksek insanlık halleri'nden falan bahsediyorum. Anla işte canım.


Ne bu atar şimdi? diye sorabilirsin

Hani anlatmıştım ya geçen yazımda, benim kardeş bir Oda Müziği Festivali (Eklisia Oda Müziği Festivali Gümüşlük) düzenliyor diye. İşte orada yaşadıklarımızdan dolayı hallendim herhalde gece gece.


Çellistanbul


Borusan Quartet


Camerata Smyrna & Kadir Sonuk


Camerata Smyrna

Şimdi ben bu konserlerde, kapıda bilet satışından ve sosyal medya tanıtımından sorumluyum.

Her akşam saat 21.30'da başlayan konserler için, 19.00 gibi mekana gidiyorum. Kardeşimden biletleri teslim alıp, yuvarlak küçük masamı kapı girişine yerleştiriyor, plastik sandalyemi ortalayıp, biletlerimi ve karanlıkta görmemi sağlayan masa fenerimi üzerine yerleştiriyorum. Bütün gece konser başlayana kadar bilet satıp, konser başladıktan sonra da kapı asayişini sağlayıp, sonradan girmeye (bilet almadan) çalışanları engellemeye çalışıyorum...

Eeee ne var bunda?

Yok canım bir şey! Sadece her akşam yaşanan diyaloglar, konserlerin doluluk oranları kalemimin ucunu sivriltmemi sağladı...

Gümüşlüğü bilirsin, hani Bodrum'un entellektüellerinin yaşamak için seçtiği, tarihte ilk kültür yerleşimlerinden biri olan bölge.

Biz de tam da bu özelliklerinden dolayı konserler için burayı seçtik. Daha önceki gözlemlerimizde burada takılan insanların;

- Balıkçılarda min 100TL - max 250TL hesap vermeleri
- Bir kadeh içkiye 35TL harcamaları
- Sohbetlerde felsefenin belini kırmaları
- Sanat söz konusu oldu mu, mangalı 2 kere küllendirmeleri
- Konser sensörlerinin açık olduğunu belirtmeleri

Bizi doğru lokasyonda olduğumuza inandırdı.

Ama gel gör ki burada da Milletvekili sendromu yaşanıyormuş. Olay cereyan edene kadarmış herşey!

Konserlerin yarısından çoğunu geride bıraktığımız şu günlerde, öğrendik ki;

- Eğer kurduğun sahneye sana göbek attırabilecek biri çıkmıyorsa, insanlar geri dönüyormuş
- 50TL bilet parası, balıkçıdaki hesaptan daha çok koyuyormuş
- 'Bir bakıp çıkıcaz' diye, bedavaya konser seyretme felsefesi varmış
- 'Bize de mi 50tl?'cilerin hala soyunu sürdürebildikleri kara parçasıymış Gümüşlük
- Konser sırasında mangal (gerçek anlamda) yakmaktan çekinmeyen mekan sahiplerinin yaşadığı masalsı bir yermiş.

Eee, durum bu olunca, senin de sözünü duyunca, bir sormak istedim:
"Nereye göç etsin bu sanat?


 P.s. Sayısı çok az olmakla birlikte, inanılmaz güzel bir sanatsever grubuyla da (yaş ortalaması 60) tanışmışlığımız oldu. İyi ki varlar!  












24 Temmuz 2015 Cuma

Sanat Aşkına!

"Sanatı baskı altında tutma girişimleri başarılı olamaz hiçbir zaman: Ne kadar bastırabilirsiniz ki oksijeni?" demiş Bernard Shaw

Biz de bastıramadık Memo'yu!

Beslenme şekli bizden farklı insanlar olduğunu ben ilk kez kardeşim ilkokula gittiğinde fark ettim.
Memo,  'uyumsuz' çocuklar kategorisine daha ilkokul birinci sınıfta, yüksek dereceden giriverdi. Dikkat bozukluğu, öğrenme azusundaki yokluk ve 'sınıfta olmamak' gibi şikayetlerin bir çoğuna her gün maruz kalan annemin, o dönem yaşadığı çıkmazı hayal etmek zor olmasa gerek.

"Bu çocukla ne yapacağım ben?"
"Meslek okuluna mı versek acaba?"

Konuşmalarının sık sık yapıldığı mutfak masasında bir gün yanıt geliverdi!

O dönem üvey babamız olan Suavi (şarkıcı), parmaklarını masaya vurarak ritm tuttuğu bir anda Memo'nun verdiği karşılıkla 'Evreka'yı (Yunanca Buldum anlamına gelir) basıverdi.

"Bu çocuğun müzik kulağı oldukça gelişmiş ve kesinlikle onu konservatuvara hazırlamalıyız" önerisinin ardından gelen günler hazırlık, piyano kursları ve sınav telaşıyla geçti.

Memo gerçekten de İzmir Dokuz Eylül Konservatuvarı'nın açtığı sınavda, 500 kişi arasından seçilen 2 flütçüden biri olarak, hayatının geri kalanına diğer bütün 'uyumsuzlar'la devam etme şansını yakaladı.

 Konservatuvar İlk yıl 

Benim çilemin başlangıç tarihi de tam olarak aynı zamana denk geliyor!

Aramızda 5 yaş olan kardeşim her gün evde Beethoven, Mozart, Stravinski gibi adamlarla takılırken ben de her 'Normal' ergen gibi Michael Jackson'ın Moon Walk'unu yaparak Kenan Doğulu'ya 'Sımsıkı sıkı sıkı' sarılmış bir halde odamı Rob Lowe posterleriyle donatıyordum.



Şimdi itiraf edin; "Hanginiz o yaşlarda klasik müzik dinleyip, kendinizden geçiyordunuz?"

Valla ben bir sabah kalkıp da" Aa aaa, bugün zevlerimi çok olgun ve kendimi çok sesli müziğe ait hissediyorum" demedim.

Baya baya evdeki iflah olmaz klasik müzik sevdalıları yüzünden kampa alınarak girdim bu işlere.
Önce yavaştan her cuma senfoni konserleri sonra opera derken bugün ılıman ve keyifli bir dinleyiciye evriliverdim.

"Bütün bunlardan bize ne?" diye sorabilirsiniz şimdi ...

"Valla ne yalan söyleyim size çok ihtiyacımız var!"

Bizim küçük fert, kulaklarını bütün ticari düşüncelere ve benim gibilerin önerilerine tıkayıp, "lallalalalallaa" diye bağırarak kendi hayalini gerçekleştirmek için kolları sıvadı.

BİR ODA MÜZİĞİ FESTİVALİ!

Olacak şey mi sizce bu?

* Devlet, senfonileri kapatmaya çalışırken,
* 3000'den fazla klasik müziksever olmadığı rakamları eline ulaşmışken,
* Paran ve sponsorun yokken,

Bodrum'da Ağustos ayında rakıya alternatif olmak senin harcın mı Memo?

"Madem arkasındasın, sen de cevap ver bana Bernard Shaw!!!"

" Anlamsız değildir çılgınlık; Hatta ne kadar budalaca görünürse, o kadar mantıklı, ince, derin ve pırıltılıdır!!!"

-------

Günün sonunda geldiğimiz noktada; Türkiye ilk 'Açık Hava Oda Müziği Festivaline' hazırlanıyor.

Hem de Bodrum Gümüşlük'te bulunan ve Eklisia diye bilinen eski kilisenin tüyleri diken yapan, kaktüslü ve makili bahçesinden denize bakarak.


Eklisia Kilisesi Gümüşlük

Organizasyonu kim mi yapıyor?
Memo, annem ve ben (inşaat sektöründen sonra organizasyon işine el attığımızı fark etmiş olmalısınız:)

Sahnesi hazır olan Memo

Biletlerini Biletix sitesinden alabileceğiniz gibi, kapıdan da alabileceğiniz festivalin tarihi 1-13 Ağustos 2015 tarihlerinde.

İlk konser Memo'nun kendi Oda Müziği Grubu olan Camerata Smyrna ve onlara eşlik eden sufi dansçı Kadir Sonuk'la başlıyor.

Camerata Smyrna & Kadir Sonuk İsveç konseri 2014


Gelmenizi istiyor muyuz?
"Evvvett"

Program mı?

01 ağustos 2015 : Camerata Smyrna & Kadir Sonuk 
03 Ağustos 2015: Athens Quintet "Dimitrios Dounis" ve İtalyan solistler Raffaele La Ragione ve Camilla Finardi
05 Ağustos 2015: Borusan Quartet 
07 ağustos 2015: Çellistanbul 
09 Ağustos 2015 Fuego Trio 
11 Ağustos 2015: Olten Quartet 
13 Ağustos 2015: Camerata İzmir & Genco Erkal & Naci Özgüç


Bu arada bizi yine yalnız bırakmayan ve sahne tasarımını ve kurulumunu üstlenen sevgili Tahir Toker'e, bütün koşturmalarımızın içinde olup, her tür desteği veren çocukluk arkadaşı ve sevgili dost Richard Özatacan'a ve tabii ki yanımızda olan herkese teşekkür etmeden bitiremeyeceğim...


P.S Biletler için www.biletix.com/etkinlik-grup/105545090/TURKIYE/tr



21 Haziran 2015 Pazar

12 Saniyelik Yazı

Bir çok mitolojide 12 Tanrıya rastlanır.
Çin takvimi 12 hayvanlıdır.
Budha'nın 12 öğrencisi ve bildiğimiz 12 gezegen vardır.
Roma Hukuku 12 tablete yazılmıştır
Ve ben ayın 12'sinde hayatımda ilk defa bir Yunan adası olan Samos'a gittim!

İtiraf ediyorum bu 12 bir harikaymış dostum...

"Öyle zamanlar olur ki; Nereye gittiğin önemini yitirir. Çünkü asıl önemli olan, yanında kiminle gittiğindir" demiş Tolstoy

Hah işte ben de tam bunu diyecektim Leo. Çünkü ben bu yolculuğa tam da yanımda olmasını istediğim kişiyle gittim.

Hani bazen bir şeyin hayalini kurup durursunuz da bir türlü zaman ayıramazsınız ya, benim için de bu Yunan Adaları olayı, sopanın ucuna takılmış bir mendil gibiydi. Ne zaman gitmeye çalışsam, ya vize alamadım, ya izin... Bu sefer kesin olacak dediğim yazlarda hep bir rüzgar beni adaya değil de karaya sürükledi.

Ama hayatın matemetiği bir garip işliyor. Tam pes etmeye yaklaştığında alıp seni Pisagor'un adasına savuruyor. (Pisagor ya da Pythagoras, MÖ 570 - MÖ 495 yılları arasında yaşamış olan İyonyalı filozof, matematikçi ve Pisagorculuk olarak bilinen akımın kurucusudur.)

"Sayıların babası" olarak bilnen Pisagor, her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların nihai gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğine ve ölçülebileceğine inanmıştı.

Ben de kendisinden öğrendiklerimden yola çıkarak kendi denklemimi veriyorum size:

2 sevgili
2 sevgili arkadaş ile
1 adaya
12 haziranda gidip
4 gün kalırsa
10 numara bir tatil olurmuş...

"Helal sana Pisagor!"

......

Bu yolculuğun ana kahramanı aslında benden çok Ahmet. Tanıştığımız günden beri bana bu yolculuğu yaptırmak için sabit katsayılı hatırlatmalar yapıp, pasaportumu hazırlamam için dürtükleyip duruyordu. Bürokratik işlemlere ileri seviyede nefret duyduğum için her erteleme niyetimde, bir mesajla uyarıldıktan sonra bir sabah, şeytana bacağını yana çekmesini söyleyip,
Pasaport yenilemesi için Bodrum Emniyetine giriş yaptım.

Yarım günlük bir operasyondan sonra (biometrik fotoğraf, bankaya para yatırma, vb) evraklarımı, İstanbul'daki kadar usandırıcı olmayan, yeni liman içine taşınış olan pasaport şubesine teslim ettim.

"Ne zaman alırım acaba pasaportumu?"  Cher tadında tok bir sesle sorduğum sorumun cevabını "7 gün" diye aldıktan sonra bekleyiş başladı.

Gerçekten de 7. gün postaneden gelen umut dolu bir mesajın üzerine, gidip gıcır gıcır olan vize bakiri pasaportumu aldığım gibi, çantamı hazırlayıp, Samos'a gitmek üzere başlangıç noktası olan Kuşadası istikametine doğru yola çıktım.

Öğleden sonra Ahmet'le ve ertesi gün yola beraber çıkacağımız bir çift arkadaşımızla teknede buluşup, o geceyi hafif bir programla kapattıktan sonra sabah saat 5.00'de adrenalin pompalanmış damarlarımız sayesinde, en kanlı canlı halimizle yelkenleri karşı adalara doğru açtık.






 "Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan, yeni okyanuslar keşfedemez." demiş
Andre Gide (Nobel Edebiyat ödüllü Fransız yazar)...  Biz de arkamızdaki kıyıyı kaybedip, yeni karayı görene kadar 2 buçuk saat yol yaptıktan sonra cenneti gördük; İlk koy olan Posidonio.



Size bir şey soracağım: "Biz tam olarak ne zaman bu kadar arsız ve cennete inanmaz olduk acaba?

Bu denize döktüğümüz Yunanlılar, daha ilk koyda benim gönlümde taht kurdular. Hani tanımadan içinin ısındığı o nadir insanlara duyduğunuz gibi bir his. Hiç bozmadıkları doğanın içine yerleştirdikleri, taze boyalı, mütevazi ve minik evlerden oluşan camgöz bir balıkçı köyü yaratmışlar Posidonio'da. Evler derken de yanlış anlamayın, geleneksel Türk yerleşimindeki göt göte nizamdan, disiplin ve estetikten uzak yüzlerce evden bahsetmiyorum; toplasan 20 ya var ya yok...

Yüksek sesli bir huzur duraklaması ve iki kulaçlık sabah serinlemesinden sonra vakit kaybetmeden 2. koy olan Psili Amos'a demirledik.

Bak şimdi, bu adamlar hiç işi bilmiyor!

'Güzel Kum' anlamına gelen bu nefis koyda sadece 1 adet restoran ve ısrarcı bir sakinlik var. İnsanlar güler yüzlü ve kriz yaşamalarına rağmen kazıklama güdüleri henüz baş vermemiş. Salaş restoranda denize nazır konumlanıp, pastel tonlarındaki herşeyin içine gömülüp yol yorgunluğunu attıracak buz gibi ev yapımı beyaz şarap, Greek salata ve Amerikan ebatlarında gelen domuz pirzolaları midemize indirdikten sonra, başladığına hemfikir olduğumuz Tatilimizi yükselişe geçiriyoruz.










Tamam etraf güzel de, ya insanlar?
İşte bir tatilin en büyük kilit noktası. Ne demişler "İnsan insanı tatilde tanır"

Valla, ne kadar şanslı olduğumu söylerken (nazar için popomu kaşıyarak, bkz batıl inanç) bile şanslı hissediyorum çünkü bir teknede, yabancı sularda, yeni tanımaya başladığın sevgilin ve arkadaşlarıyla eğer hayatının en güzel tatilini geçiriyorsan, o sırt yere gelmez...

Aynı dili konuşan, aynı yerden gelmiş, aynı yere gitmek ve aynı keyiften bir parça daha ısırabilmek için can atan 4 kişi olarak biz Samos'u kevgire çevirdik. Dokunmadığımız köşesi, tatmadığımız lezzeti, kahkahalarımızla titremeyen taşı kalmayıncaya kadar yaşadık Yunan Adalarının en büyüğü olan Samos'u...



Detayları bir sonraki yazıda aktarmak üzere burada bitirirken, yine notaların matematiksel formüllere dönüştürülebileceğini keşfetmiş Pisagor'a, diğer 3 kişiye ve sizlere bütün bu günleri özetleyen bir Shirley Bassey parçası armağan ediyorum:)



"Let There Be Love"

Let there be you
Let there be me
Let there be oysters
Under the sea

Let there be wind
An occasional rain
Chile con carne
Sparkling champagne

Let there be birds
To sing in the trees
Someone to bless me
Whenever I sneeze

Let there be cuckoos
A lark and a dove
But first of all, please
Let there be love

Let there be cuckoos
A lark and a dove
But first of all, please
Let there be love

Hmm, love
Hmm, love

Let there be love

dinlemek için tıklayınız :) www.youtube.com/watch?v=YcwdfMzTPTk









30 Mayıs 2015 Cumartesi

Sen Düldülsün Ben Bülbül!

Hayatında en fazla Doğal memba suyu içmiş, Doğal makyaj yapmış, Doğal taşlı kolyeler satın almış ve 3-5 de Doğa belgeseli seyredip, yürüyüşe çıkmış birinden Doğanın Uyanışı'na hazırlıklı olmasını doğal olarak bekleyemezsiniz!

Ben de kesinlikle beklentilerinize cevap verecek şekilde büyük patladım...

Bahar ha geldi, ha geliyor derken sadece başımı yukarı kaldırıp, havanın ısınmasına odaklanmış olduğumu fark ettiğimde, Bahar alttan alttan bütün çalışmalarını bitirip, tüm heybetiyle karşıma dikilivermişti;

- Geçen yaz evin çevresine 'Eye of the Tiger' eşliğinde attığımız mıcırların yarısı yağmurla akıp, diğer yarısı da yabani otların saldırısına uğradı. (Amerikalıların Taş-Kağıt-Makas oyununa Yabani Ot seçeneğini ekleyip, kendilerini artık güncellemelerini ve kazananın kim olduğunu kesinleştirmelerini bekliyorum)

- Neredeyse 1 dönüm olan ön taraftaki toprak alan, yine yabani otların 1metreyi geçen boyları ve inanılmaz çeşitliliğiyle yerini ormanvari bir şeye bıraktı.

Bu durumda yapılacak en mantıklı şeyi yapıp, bahçe eldivenlerimi takıp kendimi vahşi ortamın içine bırakıverdim. Yaklaşık 3 saat süren yabani ot ayıklama seansından sonra sadece 2mertekarelik bir alanı (o da tam değil) otlardan temizlemiş, sırt ağrısından kamburu çıkmış ve elleri nasır tutmuş şekilde sürünerek yatağa girmeyi başarabildim.






















İstiladan Önce                                                                                         İstiladan sonra

"Nereden bulurum acaba şöyle aklı başında bir bahçıvan?" diye toplum arasında söylendiğim bir gün Gümüşlükte bir arkadaşım,

"Aaa dur bizim bir arkadaşın sürekli bahçıvanı var; Ali. Hemen sana yollayalım halletsin problemini" dedi
"Yaaa valla mı? Hadi Tayfun gelsin, neyse bedeli öderiz"

Hemen bahçıvan Ali'ye telefon çakan Tayfun,

"Tamamdır ben sana yolluyorum yarın saat 9.30da bize gelecek oradan da sana uğrayıp bakıp, ne gerekiyorsa yapacak"

Bendeki mutluluğu bir gör. Sanki dersin bahçıvan değil, bahçede gömü buldum!

Ertesi gün saat 13.00 gibi arayan Bahçıvan Ali, yarım saat sonra benim evdeydi. Kısa boylu, al yanaklı, beklenmeyecek kadar kibar konuşan ve güven veren Ali'yle bahçede yapılacakları konuşup, ajandamızı hazırladıktan ve fiyatta anlaştıktan sonra ondan haber beklemek üzere kanka modunda ayırldık.

"Tabii ya bak her işi erbabına bırakacaksın. Ne o öyle kendin debeleniyorsun. Hem de bak şansına ne düzgün bir köylüye denk geldin" diye kendi kendime bilmiş bilmiş böbürlenirken, sevincim ayın 20'sinde gelip, 29'unda bahçeyi teslim edecek olan Ali'nin, cevapsız çağrılarıma 5 gün boyunca dönmemesiyle yerini hafif bir gerginlik ve 'Yaralı Genç Kız' moduna bıraktı.

Telefonlarına dönmeyen adama yapılan ilk kadın hareketi olan mesaja yönlenip, adama arka arkaya ezik mesajlar atmaya başladım.

"Ali ama neden aramıyorsun? Böyle olur mu? Hani biz anlaşmıştık"
"Ali lütfen beni ara ama..."
"Ali seni anlamakta güçlük çekiyorum, biz böyle mi konuşmuştuk"
"Ali nooolduu...?"

Sanırsın adam beni evlenme vaadiyle kandırdı ve yok oldu!

Kafamdan çıkmayan cevapsız telefonlar ve mesajların 7.gününde Ali'nin yönlendirdiği bir bahçıvan beni aradı.
"Abla evde misin? ben gelip otları biçeceğim"
"Ahhh tabii evdeyim, bekliyorum"

Bende yeni bir heyecan ve umut yaratan, adının Demir olduğunu söyleyen, minyatür adam, elinde misinalı ot kesme aracıyla bahçeye dalıp, 1 metreyi aşkın otların hepsini mantıklı bir boya getirip, arkasında belli noktalara yığılmış ot tepeleriyle 3 saat sonra "Ben bunu yapmak için anlaşmıştım Ali'yle deyip beni terk etti... (Belli ki bahçıvanlık mesleğiyle uğraşan adamlarla bir ten uyuşmazlığım var!)

























* Bu aleti kim bulduysa sandviçi bulan adam kadar hayranlık duyduğum kesin!

Aradan geçen 10 günlük sessizlik bu sefer de traktörcü olduğunu söyleyen, adını sormaya tenezzül bile etmediğim (sanırım akıllanıyorum) bir adamla bozuldu.

Akşam üstü bahçeye mini traktörüyle gelen adam, bahçenin bir kısmında 3-5 tur atıp, Memo ve bana yığılı pisi pisi otlarını bahçenin öteki tarafına taşıtıp, bir tur da orada attıktan sonra bütün 'cool'luğuyla olay mahalini terk etti.

Noname Traktörcü




* Pisipisi otu: Hayat boyu görebileceğiniz en lanet ve yılışık ot olup, değdiğiniz anda üstünüzde kalıp bir de arsızca saplanıp, ilerleyen başağa benzer yabanilerin yabanisi...




Bu kadar kısa sürede, bu kadar çok terk ediliş yaşayınca insan biraz özgüven törpülenmesi yaşıyor itiraf edeyim.
"Arasam mı acaba Ali'yi?
"Yok canım ne arayacağım, canı cehenneme"
"Ama belki gelir, ararsam"
"Gelirse de açma kapıyı zaten, sözünü bir kere tutmadı cezalandırmak lazım"

 Bu aşırı şizofren düşüncelerin ardından
 Tabii ki aradım
 Ve tabii ki açmadı...

"Hiç kimseye güvenmiyorum" diye birşey yoktur, Zamanında o'na güvendiğim için, artık kimseye güvenmiyorum diye birşey vardır." demiş Aziz Nesin. Sanırım Nesin'in burada bahsettiği 'O' bahçıvan Ali olup, diğerleri de bahçıvan Demir ve traktörcü olmalı...

Eğer bir gün yolunuz Bodrum'a düşer ve buraya yerleşip, bahçeli bir eviniz olursa Gümüşlük tarafında Bahçıvan Ali diye bilinen kişiyle karşılaşmamanızı umarak, ot yolma işime geri dönmek üzere sizleri yazıyla baş başa bırakıyorum...


















23 Mayıs 2015 Cumartesi

Olasılıksızlık

- Neden?
- Sana en azından bu sorunu nasıl çözemediğini sormaya hakkım yok mu?
- Bana aynı şeyleri söyleyip durma, omuzlarını silktiğini görür gibiyim. Cevap ver. Düzgün bir cevabı hak ediyorum...

"Ama ben elimden geleni yapıyorum. Şu anda senin için yapabileceğim başka bir şey yok. Kendine bir bilgisayarcı bul ve sorununu çöz"

Hayalimde ben bu adamın kafasına modemi indirmeden önceki son konuşma işte böyleydi.

Peki bu adam da kim, bir anda ortaya çıkıp sinir bozan derseniz, O bir müşteri temsilcisi! Hatta hayatıma 1,5 aydır girmiş olan yüzlerce müşteri temsilcisinden sadece 1 tanesi.

Müşteri temsilcisi kimdir bilir misiniz? Bu adam veya kadınlar, bir firma bünyesinde işe başlayıp, belli numaraları çevirdikten sonra, önce 1e bas, sonra 3, sonra 5, sonra bekleyin komutlarının sonunda 11 dakika sonra karşınıza çıkan(şanslıysanız) ve sizi memnun etmekle (yanılgı) yükümlü insanlardır. Her sancılı bekleyişin sonunda bir güzellik beklentisi olan biz ölümlülerin duygularıyla hunharca oynayanlar da yine bunlardır.

"TTnet'e hoşgeldiniz, size nasıl hitap edelim, güvenliğiniz için bize önce bunu verin, sonra dinlenmeye razı olun, sonra da sorununuzu anlatın ama çözüm üretemezsek de telefonu kapatın ve hayatınıza devam etmeye çalışın"...

Şimdi bu konuşmaları düzenli sabah ve akşam yaklaşık 15 gün, farklı insanlara problemi her seferinde baştan anlatmak suretiyle yaptıktan sonra, insanda bir takım psikolojik kırılmalar ve sorunlar baş gösteriyor. Ve bir sabah güneşli bir günde sizden beklenmeyecek bir cinnet ile önce müşteri temsilcisinin kalbini sonra da modemi kırarak hayatınıza yeni bir adrenalin katıyorsunuz.


 “Tamam büyük bir icat ama bunu kim kullanır ki?” – demiş Amerikan Başkanı Rutherford B. Hayes, Alexander Bell’in telefonu için bundan yıllar önce.
Müşteri temsilcileri ve tabii ki Ben sayın Hayes. Hem de öyle kullanırız ki seni mahçup ederiz.

....

Ben, 1,5 ay boyunca önce bozulan bilgisayarım, sonra camı kırılan cep telefonum ve kesilen internetim için konuşmak zorunda kaldığım onca insandan sonra, bu işin galibinin onlar olduğuna ikna olarak, yeni bir bilgisayar ve vodafone'dan yeni bir internet hattı alarak, kaldığım yerden devam etmeye karar verdim.

Düşlerin bir besin değeri olsa, ben çözüme ulaşma düşümü bir gece, uyanıp yediğim için dehşete kapılabilirdim!

"Kurduğumuz tüm hayallere rağmen değişmeyen dünyanın şerefine" der Odyssea

Ben de tüm uğraşıma rağmen değiştiremediğim dünya için bir kadeh şarap koyar, kredi kartımın bir sonraki ekstresinde yazan rakamı ayaklarımı sürüyerek beklerken, sizlerden de gecikme için özür dileyerek "Şerefinize" der bu yazıyı burada bitiririm ....







16 Mart 2015 Pazartesi

GidipDuru...

22. hamlesinde yanlış yaptığını fark edip, atını geri çekemeyen bir satranç ustasının, yenilgiyi anlasa da kabul etmekte zorlandığı o 3-5 saniyeyi bildiniz mi?

Hani; zihni yenilmemişçesine bir sonraki hamleleri düşünüp, yalancı bir hayalin peşinde sürüklenir de bedeni olduğu yere çakılır kalır ya...

Hah işte öyle insanların birazdan biraz fazlası sanki buraya göç etmiş!

"Nereden çıkardın kuzum şimdi bunu?"derseniz, yaptığım küçük çaplı etraf keşiflerinde rastladığım insan profillerinden diyebilirim.


Şimdi burada kış aylarında belli başlı bölgeler haricinde bir atraksiyon yok. En faal olan yer de Bodrum Merkez. Hatta Bodrum Marinaya kadar uzanan Neyzen Tevfik caddesi diye iyice filtreleyebilirim isterseniz. Bu ana caddenin bir tarafı denize nazır olduğundan balıkçılara ve parklara ait, diğer tarafı ise her daim açık olan kafelere, restoranlara ve barlara...

Canı sıkılan herkes, ya da bir iki insan göreyim de içim açılsıncıları arıyorsanız, işte size açık adres.




Ee biz de taş değiliz ya aynı ruh haliyle arada o caddeye düşüp, 2 tur atıyoruz.

Sağ kaldırımdan Marina'ya kadar yürü, sonra Marina'nın içindeki Kahve Dünyası'na uğra, bir kahve iç, hesabı ödeyip, sol kaldırımdan garaja yürüyüp, evine dön...




İlk paragrafta bahsettiğim insan profili hakkındaki farkındalığıma dönersek, bu turlama olaylarının 4. tezahüründe, acı bir Amerikano (kahve türü) sonrası, yol üstündeki çocuk parkının kaldırıma taşan baskısından kaçıp, kafeler kısmına geçtikten hemen sonra ortaya çıktı.

Aaa bir baktım ki, en popüler 3 ardışık kafede oturan insanların hepsi, neredeyse aynı saatlerde, aynı masalarda oturup, yola bakıyor (biz şehirliler buna piyasa yapmak da deriz). Muhtemelen aynı şeyleri içip, aynı şeyleri konuşup, aynı eylemsizliğin bir sonraki gününü yaşıyorlar.


Fizik biliminde buna Atalet yani 'Eylemsizlik Hali' denir.

'Ataletli insanlar'; genellikle yavaş hareket etmeleriyle ya da hiç etmemeleriyle meşhurdur. Tembellik, yılgınlık, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi hareket etmek kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Sitemkar hayat görüşleriyle yaşlarının toplamını alıp, size kötü tecrübelerini eşittir ile aktarma istekleri de devinim gösterdikleri tek zamandır.

"Ne biliyorsun?" demeyin

Çünkü bundan sanırım bir ay önce yanlışlıkla 'Ataletli İnsanlar Derneği'nin toplantısına denk gelmiş olabilirim (şüphem baki)...


Annemle oturduğumuz bir kafede, yan masadaki bir tanıdık vasıtasıyla kaynaşmış olduğumuz masadaki adam:
(Yaşı ve tavırlarıyla tahminimce Freud'un ölümünden bir kaç yıl sonrasında doğmuştu)

"Eee nasıl gidiyor bakalım Bodrum günleri?" dedi

"Fena değil, işte alışma süresi falan ama genel olarak mutluyum"

"Mutlu musun?

Hahahahahahahahahahah....

Bu kahkahanın açıklaması için bakınız Neyzen Tevfik sözleri:

"Bilmem ki nazlı yârim, niçin açmış gül erken. Zikrimi kaybettim ben, hayvan gibi gülerken."
(Belli ki bu adam oturduğu cadde itibariyle Neyzenin zikriyle bütünleşmiş)

"Daha dur bakalım yenisin. Mutlu olmak için erken"

Bak şimdi, pesimistliği her gün ağır kremalı bir cheesecake gibi tüketen bu adamın, kendi hayatına duyduğu tiksintiyle, benim bebek enginar yiyip, tazeliği hissettiğin günün aynı olması enteresan!


Muhabbeti tadında! bırakıp, izin istedikten sonra, kalktığımız bu masa sonrası, tecrübelerimden öğrendiklerim hanesine 3 madde daha eklediğimi söyleyebilirim.


1- Bilen ve Yapanlarla beraber ol
2- Bilen ama Yapamayanlarla mesafeni koru
3- Bilmeyen ve Yapmayanlara ise kesinlikle yaklaşma

Ne demiş Çinli Atalar, "Yavaş gitmekten korkma, öylece durmaktan kork"

Oldu o zaman ben gidipduru...:)











14 Mart 2015 Cumartesi

Mitoz Bölünme

17. yüzyılın akılcı filozofu Gottfried Wilhelm Leibniz en ünlü "Mümkün dünyaların en iyisi budur" cümlesini kurduğunda benim Bodrum'a yerleşeceğimi hissetmiş olabilir mi?

Hadi deyin ki hissetmedi. Ne fark eder, adam benim gözümde 1 numara...

Tam olarak bir rasyonelci olduğumu savunmam yersiz ama deneyciliğe bir tutam rasyonellik katarak kendi hamurumu 'kulak memesi' kıvamına getirmeyi başardım sanki.

İşle ilgili her ay gitmek zorunda kaldığım İstanbul ziyaretlerinin her dönüşü farklı olmaya başladığından beri, İstanbul benim için dolar karşısındaki TL durumuna düştü.

1. ziyaret : "Oh özlemiş miyim sanki?"
2. ziyaret : "Yok artık buraya ait değilim gibi"
3. ziyaret : "Ne işim var benim burda artık"

(4. ziyaretin biraz sallantıda olduğunu benim kadar fark etmiş olmanız lazım)

Tamam itiraf ediyorum; ilk 2 gün acayip bir enerji ile geçiyor. Uzun zamandır sosyalleşmemiş bir insanın bütün dilenciliklerine sahip oluyorum. Onu da göreyim, buraya da gideyim, öbürüyle de tanışayım,... 3. günün sonunda ise iftar yemeğinde kuzu çevirme yemeyi başarmış aç gözlü birinin midesindeki krampların bütün hepsini tek tek sayabildiğime yemin edebilirim.





İstanbul'un en güzel tarafı dostlarla buluşmak

Çarpık bir şehirleşmenin içine yığılmış insan öbekleriyle yaşamak neredeyse imkansız hale gelmiş benim için; Matkap sesiyle uyanmak, perdeleri sürekli kapalı tutmak, sürekli dışarıda yemek yemek, oksijen haricindeki gazları içine çekmek suretiyle nefes almaya çalışmak, çetrefilli ilişkilerin 'öylece oluvermesini' izlemek, kozmozu değil de kaosu kabul etmek...

"Ay, ne banal"...

Şimdi diyeceksiniz ki; "Ulan daha kaç aydır oradasın, boy boy eğlenceli fotolar koyuyor sonra da banallikten bahsediyorsun"

İşte tam da bu atara karşılık Mitoz Bölünme konusuna giriyoruz:)

Bölünüyorum usta!

Yani benim ana hücre bölünerek yavru hücreme bildiklerini aktarıyor ama yeni öğrendikleriyle gelişen, büyüyen, olgunlaşan yeni hücre baskın hale geliyor. Bir çok hücreye sahip olduğumu da hesaba katın ve beni suçlamayın. Ben kesinlikle yenilikçi hücrelerden yana koyuyorum oyumu ve eskileri ele geçirmelerine çok az bir zaman kaldı diyorum.

Bunu da daha Bodrum Havaalanına indiğin andan itibaren biliyorum.

Önümde uzanan araçsız yol, çiseleyen yağmurun sesine karışmayan korna, başını döndüren ilk nefes ve oksijen miktarı, insan görmediğin trafik ışıkları, evinin bahçesinde seni karşılayan köpeğinin heyecanı, kapıdan girdiğin andaki evinin ılıman huzur ortamı...



Ne demiş Sartre "Kendimizi sadece sabit kimlikli nesneler olarak görürsek Olmayı bırakırız"

Çok eğlenceli...

O zaman 'Olmaya' devam edeyim ben ve kaçınılmaz bütün kusurlarımla, özenle başka bir kimliğin içine bürünüp, Dereköylü Ahu'nun bütün hücrelerine sahip çıkayım, başka bir serüvene kadar sevgili Sartre...
















24 Ocak 2015 Cumartesi

Dionysos yanılmış olamaz!

Kulağımda Leonard Cohen, Kucağımda Bernard Shaw ve Aklımda Dionysos var!

Zor bir kombinasyon gibi görünse de bu üçlü benim şeytan üçgenim gibidir. Bu adamlarla beraberken her şeyi yapabilirmişim hissi olur bende hep. Ama bugün ilk defa onlar olmadan yaşadığım keyifi onlarla paylaşmak için geldim eve.

Adaptasyon sürecinde olan birinin bütün tıkanıklıklarına sahibim son 1,5 aydır.
10 yıldan fazla İstanbul'un Boğaz kokusuna karışmış, boğaz tokluğunda, tempolu hareket etmekten başka seçeneğin olmadan yaşadıktan ve yatağına yorgun yattıktan sonra Bodrum'un kışına karşı korumasız hissettim kendimi biraz galiba.

Hayır, inanılmaz huzurlu ve mutluyum yanlış anlamayın, çünkü;
Günler 28 saat burada
İnsanlar dilsiz
Kafalar huzurlu
Yollar ıssız

Ama evden çıkmam gerekiyor değil mi? Hah işte sorun bu galiba.

İlk başlarda bir kaç denemem oldu. Bir seferinde, Bodrum merkeze inip, çok eski bir arkadaşımın mekanına uğradım. 'Barbeast' Bodrum merkezde hemen yol üzerinde, bembeyaz dekoru, muz ağaçlı tropikal duygusu ve iyi müzik çalan ortamıyla buranın en keyifli barlarından biri. Seda da İstanbul'un en hareketli hayatına, en yukarıdan sofra bezi silkeleyip, Bodrum'da soluklananlardan. Yazın hergün açık olan Barbeast, kışın sadece haftasonları açıyor kapısını.

Seda dükkanı akşama hazırlarken

"Seduş naber? Dükkanda mısın?" sorusuna "Nerdesin Ya sen? Gel dükkandayım 5 dakikaya" cevabını aldıktan sonra saat 16.00 gibi giriş yaptım mekana. Hızlı bir geçmiş yıllar kritiği yapıp, biraz da açılış hazırlıklarına uzman! olduğum boya konusunda yardım ettikten sonra,

"Bu sefer tamam, keyfim yerinde gece burada takılır, sosyalleşirim ben en hakikisinden" dedim

Seda, üstünü değiştirmeye gittiğinde biz barda eski, ortak 2 arkadaşla takılıp, birer viski söyledik. Son yuduma geldiğimizde de, bu kadar erken hem de aç karnına viski olmaz diyip, balıkçılar sokağında salaş bir meyhaneye uğradık.

Maksat viskiye altlık yapmak. Neyle? Rakıyla :)

İşte ben de florasanların yandığı nokta!
O kadar tüketmişim ki gece çıkma işlerini bünyede, ben meyhane sonrası Dereköy istikametine kırdım rotayı ve Barbeast'e dönemeden yatağa döndüm.

Olmadı işte, ben Bodrum'un gecesine adapte olamadım gündüzü kadar!

Ne demiş Cemal Süreyya "Gitmekle gidilmiyor ki... Gitmekle gitmiş olamazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır."

İşte bugün ben ilk defa "Geldim" buraya ustam; Bitez'de denize sıfır, küçücük bir restoranda, mavi kareli-kolalı örtülerin üzerinde, Fransız şarabı yudumlayıp, çıtır taze kalamar yiyip, müthiş insanlar olan mekan sahipleriyle muhabbet edip, günü batırırken geceye de ait hissettim kendimi.




Anason Cafe Bar Bitez




"Bir şey'den hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu; bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır" diye söylenmiş Friedrich Nietzsche...

Valla bugün Bodrumlu Ahu'dan pek hoşlandım ben sevgili Nietzsche hem de gecesi ve gündüzüyle!